Tapu sicilinin tutulmasından doğan zararlardan devletin sorumluluğu (Makale)
- Av. Barış Yardımcı
- 15 Nis
- 12 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 6 May

Türk Medeni Kanunu m. 1007 - "Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumludur. Devlet, zararın doğmasında kusuru bulunan görevlilere rücu eder. Devletin sorumluluğuna ilişkin davalar, tapu sicilinin bulunduğu yer mahkemesinde görülür."
1- Sorumluluğun Hukuki Niteliği
Kişinin eşya üzerindeki hakimiyetini ifade eden ve herkese karşı ileri sürebileceği haklar "ayni hak" olarak adlandırılır.
Ayni haklara ilişkin "aleniyet (kamuya açıklık)" prensibi söz konusudur ve aleniyet prensibi gereği kişinin sahip olduğu bu hakkını herkese açık edecek bir "görünüş"e ihtiyaç duyulur (Oğuzman ve ark., 1999). Taşınır eşyalar üzerindeki fiili hakimiyetimiz "zilyetlik" kurumuyla aleniyet kazanırken taşınmazlar üzerindeki sahiplik görünüşü "tapu sicili (veya tapu kütüğü) sistemi"yle sağlanır. Tapu sicili, devlet eliyle tutulur ve bir taşınmazın maliki ile bu taşınmaz üzerindeki diğer -sınırlı- ayni hak sahiplerinin (irtifak, ipotek ve taşınmaz yükü hakkı sahipleri) kim olduklarını aleni hale getirir.
Tapu sicilinin tutulması işini devletin kendi üzerine alması, hak ve işlem güvenliğinin bir teminatıdır (Sirmen, 1976). Eşya hukukunda ayni haklara ilişkin bir diğer prensip ise “inancın korunması”dır. TMK 1023 uyarınca taşınmazlar üzerinde tapu sicilinde açıklanan duruma güvenerek ayni hak iktisap eden iyi niyetli üçüncü kişinin bu inancı korunur. Yani devletin tapu sicilinin tutulmasından doğan sorumluluğu yalnız gerçek hak sahiplerinin uğradığı zararları değil, yolsuz sicile güvenerek hukuki işlemde bulunmuş ancak bu inançları korunmamış iyi niyetli üçüncü kişilerin uğradığı zararları da kapsar.
TMK 1007'de devlet için "asli sorumluluk" öngörülmüştür. Yani tapu sicilinin tutulmasından doğan zarar, sicili tutmakla görevli memurun veya denetim makamının kusuru sonucu meydana gelmiş olsa da zarar gören kişi ilk önce zarara sebebiyet veren memur aleyhine dava açmak zorunda değildir. Kişi, zararının tazminini doğrudan doğruya devletten talep edebilir (Sirmen, 1976).
Devletin tapu sicilinin tutulmasından doğan sorumluluğu "kusursuz (objektif) sorumluluk" niteliği taşır. Buna göre tapu sicilinin tutulmasından doğan zararlardan ötürü devlete "kusur aranmayan bir sorumluluk" yüklenmiştir. Sorumluluğun doğumu için zarar görenin sicili tutmakla görevli memurların kusurunu ispat etmesine gerek yoktur. Aynı zamanda devlet de bu memurların kusuru bulunmadığını ispat etmekle sorumluluktan kurtulamaz (Sirmen, 2013).
Kusursuz sorumluluk kavramı, "tehlike sorumluluğu" ve "sebep sorumluluğu" olmak üzere ikiye ayrılır ve Yargıtay'ın güncel kararlarına göre devletin buradaki kusursuz sorumluluğu bir tür tehlike sorumluluğudur. Tehlike sorumluluğunda bir faaliyetin zarar tehlikesi barındırması gerekir (örneğin nükleer tesis işletmek). Devlet de tapu kaydı tutarak "yolsuz da olsa bu kayda dayanılarak yapılan iktisapların korunacağı" riskini yaratmış olur çünkü az önce belirttiğimiz gibi taşınmazlar üzerinde tapu sicilinde açıklanan duruma güvenerek ayni hak iktisap eden iyi niyetli üçüncü kişinin bu inancı TMK 1023 ile koruma altına alınmıştır.
2- Sorumluluğun şartları
a) Tapu sicilinin tutulmasına ilişkin bir fiil veya kaçınma
Devletin sorumluluğuna yol açan zarar,
- Tapu sicilindeki kaydın haklı ya da geçerli sebep olmaksızın tutulması ve hakkın gerçek hak sahibi yerine başka bir kimse adına tescil edilmesi (yanlış kayıt),
- Tescili veya terkini gereken bir ayni hakkın tescil veya terkin edilmemesi (kaçınma) ya da
- Tapu siciline kasten veya ihmalen yolsuz kayıt yapılması (Örneğin özel yetki içermeyen vekaletnameyle)
sonucu oluşabilir.
TMK 1007'de "tapu sicilinin tutulmasından doğan zararlardan" denilmiştir. Bu nedenle sicildeki yolsuzluk "sicil tutma" kavramına giren bir fiil veya böyle bir fiilden kaçınmaktan kaynaklanmalıdır. Aksi halde devletin sorumluluğundan söz edilemez. Tapu sicilinin tutulmasından anlaşılması gereken, "sicilin açıklama görevini yerine getirebilmesi için hukuk düzeninin öngördüğü yapılması zorunlu faaliyetler"in tümüdür:
Tapu kütüğüne yapılan her çeşit kayıt, istemleri yevmiye defterine işlemek, kütüğe yapılacak işlemlerin dayanağını teşkil eden belgeleri saklamak, planın yapılması, asli sicillerin ilgililer tarafından incelenmesini sağlamak ve sicilden suretler vermek, ipotekli borç senedi ve irat senedi düzenlemek, ilgililere gerekli bildirimleri yapmak sicil tutma kavramına giren faaliyetlerdir (Sirmen, 2013).
Kadastro faaliyetleri sırasında yapılan işlemler sicil tutma olarak nitelendirilmese de Yargıtay Hukuk Genel Kurulu (YHGK), 18.11.2009 tarihli ve 2009/517 K. sayılı kararında "… kadastro işlemleri ile tapu işlemleri bir bütün oluşturduğundan, bu kayıtlarda yapılan hatalardan TMK 1007 anlamında devletin sorumlu olduğunun kabulü gerekir" demiş ve kadastro işlemlerindeki hatalardan dolayı devletin sorumlu olduğu yönünde karar vermiştir.
Tapu Kanunu m. 26/1’e göre "taşınmazlarla ilgili sözleşmelere ilişkin resmi senetlerin düzenlenmesi" sicil tutma kavramına giren bir faaliyet sayılmaz. Bu nedenle örneğin tapu memuru düzenlediği satış sözleşmesinde satıcıya ait parselleri karıştırıp gerçekte 1000 no’lu parsel satılmak istendiği halde 1001 no’lu parseli satılmış olarak göstermişse satıcının resmi senetteki yanlışlığı ileri sürerek tescil isteminden kaçınması, parayı ödeyen alıcıya uğradığı zararı TMK 1007’ye dayanarak devletten isteme hakkı vermez.
b- Zarar
Devletin TMK 1007 uyarınca sorumluluğunun söz konusu olabilmesi için tapu sicilinin tutulmasından ötürü maddi bir zarar meydana gelmelidir. Maddi zarar, malvarlığında bir eksilme ya da malvarlığında meydana gelebilecek bir artmanın önlenmesi (kazanç yoksunluğu) olabilir.
Tapu siciline yapılan yolsuz tescil, "tapu sicilinin düzeltilmesi davası" ile bertaraf edilebilir ve zarar önlenebilir. Bu durumda yargılama giderleri devletten talep edilebilir. (YHGK, 21.11.1982. 548/46 K.)
A'nın taşınmazını B sahte bir vekaletname ile C'ye satmış olsun. Tapuda C adına kayıt düşüldüğünde, bu kayda rağmen, tescil geçerli bir hukuki sebebe dayanmadığı için C gerçekte malik olamaz yani A mülkiyet hakkını korur. A, C'ye karşı bir tapu sicilinin düzeltilmesi davası açarak tapu sicilindeki kaydın kendi adına düzeltilmesini sağlayabilir. Bu aşamaya dek A'nın dava masrafları dışında henüz bir zararı doğmamıştır. Dolayısıyla A, C'ye bu davayı açmak yerine devletten TMK 1007 kapsamında taşınmazın değerinin ödenmesini talep edemez. Buna karşılık, C taşınmazı iyiniyetli üçüncü bir kişiye (D) devretmişse D, yukarıda açıklandığı üzere TMK 1023 uyarınca iyi niyeti korunduğundan, gerçekten de malik olacağından A'nın mülkiyet hakkı son bulacak ve devletin sorumlu olduğu bir zararı ortaya çıkacaktır.
Bir başka örnekte X kişisi lehine mevcut bir rehin hakkının kaydı, haklı bir sebep olmaksızın silinmişse zarar ve devletin sorumluluğu kaydın silindiği anda değil taşınmazın iyi niyetli üçüncü bir kişi tarafından iktisap edildiği anda ortaya çıkar. Taşınmazı iktisap eden üçüncü kişi kötü niyetli ise, kendisine karşı tapu sicilinin düzeltilmesi davası açılabileceğinden söz konusu zarar yine tapu sicilinin düzeltilmesi davasının mahkeme masraflarından ibaret olacaktır.
Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'nin 13.12.1974 tarihli ve 16841 K. sayılı kararında "Sahte veya yanlış vekaletle tapu kaydına ipotek konulması halinde, ipotek borçlusunun aczi gerçekleşmedikçe zarar doğmuş olmayacağından Hazine sorumlu tutulamaz", 75/1715 K. sayılı kararında ise “Tapu memurunun, üzerine icraca haciz konan yeri bu kaydı savsatarak satması sonunda alacaklının zararının doğmuş sayılması için, gerçek borçlunun borcu ödemekten aciz durumuna düşmesi gerekir" denerek haciz veya ipotekle ilgili sicil yolsuzluklarında (örneğin haciz şerhinin zamanında yapılmaması veya ipoteğin sicilden yanlışlıkla terkin edilmesi durumunda) tapu sicilinin tutulmasından doğan bir zararın varlığından söz edilebilmesi için alacağın tamamen karşılıksız kalması gerekir. Başka bir deyişle, alacaklı borçludan tahsil imkanına sahip olduğu müddetçe devletin sorumluluğundaki bir zararın varlığından söz edilemez (Oğuzman ve ark., 2013).
c- Fiil veya kaçınmanın hukuka aykırı olması
Devletin sorumluluğu için memurun söz konusu fiilde kusurlu olup olmamasının bir önemi bulunmadığını belirtmiştik. Zarar gören kişinin sadece tapu sicilinin hukuka aykırı tutulduğunu ve zararının bundan kaynaklandığını ispat etmesi yeterlidir.
Hem Yargıtay hem İsviçre Federal Mahkemesi kararlarında devletin sorumluluğunun Medeni Kanun'un yürürlüğü öncesi doğan kayıtlardan ötürü Medeni Kanun sonrası doğan zararları da kapsadığı kabul edilir. Ayrıca zabıt defterlerinin tutulmasından da devlet sorumludur.
Ancak, tapu sicilinin tutulması Kanun’a uygun olmakla beraber sicildeki kaydın sonradan gerçeğe uymamasından dolayı meydana gelen zarardan devlet sorumlu tutulmaz (Oğuzman ve ark. 2013). Örneğin tapu sicilinde niteliği “apartman” olarak gözüken bir taşınmazdaki bina yıkılmış ve taşınmazın gerçekte niteliği arsa haline gelmiş olsun. Bu taşınmazı sicildeki kayda güvenerek apartman değeri ödeyip satın alan üçüncü kişinin zararından devlet sorumlu değildir. Taşınmazın niteliğini belirten kayıtlardan sadece yüz ölçümüne ilişkin kayıt iyi niyetle kazanmaya esas teşkil edebilir ve TMK 1007'deki devletin sorumluluğuna yol açar. Taşınmazın niteliğine ilişkin yüzölçümü dışındaki kayıtlar devletin sorumluluk kapsamı dışındadır. (Yargıtay 13. Hukuk Dairesi, 03.05.1983, 2189/3622 K.)
Tapu sicilinin tutulmasıyla ilgili olmayan üçüncü kişilerin fiilleri sonucu tapu sicili yanlış tutulmuş ve bundan bir zarar doğmuşsa, devletin bu zarardan sorumlu olup olmayacağı farklı görüşlere yol açmıştır. Bu sorun uygulamada özellikle sahte vekaletnamelere veya sahte mirasçılık belgelerine dayanılarak yapılan tescillerden doğan zararlar olarak karşımıza çıkar. YHGK bu konuda birbirini takip eden kararlarında farklı görüşleri benimsemiştir. 27.04.1954 tarihli kararına göre TMK 1007'nin öngördüğü sorumluluk, zararın tapu sicilinin tutulmasından doğmasıyla sınırlıdır ve noterlikçe düzenlenen vekaletnamelerin sahte olmasının tapu sicillerinin tutulmasıyla bir ilgisi yoktur. Vekaletnamenin sahteliği yüzünden hak sahibinin uğradığı zararı devlet tazminle yükümlü değildir. Kemal Oğuzman’a göre de bu zarar tapu sicilinin hukuka aykırı tutulmasından kaynaklanmaz; meğer ki sahteliği apaçık bir nüfus cüzdanı, vekaletname ya da mirasçılık belgesi kullanılmış ve tapu memuru gerekli incelemeyi yapmayı ihmal etmiş olsun. Bu takdirde zarar, hem belgenin sahteliğinden hem de tapu memurunun sicille ilgili görevini yerine getirmemesinden doğmuş olacaktır. Oğuzman'a göre bu hususta yapılacak araştırma bir kusur araştırması değil sicilin tutulmasıyla ilgili işlemlerin ve memurun görevinin kapsamını belirlemektir. YHGK, 27.04.1955 tarihli kararında bu görüşü savunmuşsa da kararın düzeltilmesi talebi üzerinde 05.10.1955 tarihli kararında görüş değiştirmiştir: "Sahte vekaletname kullanmak suretiyle tapu sicillerine kayıt düşürülmüş ve davacının ayni hakkı sona erdirilmiştir. Olay sadece noterlikçe başlayıp biten ve tapu sicilinin tutulmasıyla ilgili bulunmayan bir muamele olarak kabul edilemez. Çünkü zarar sahte vekaletnamenin düzenlenmesi ile değil, bu vekaletnamenin tapu muamelesine esas alınmasıyla meydana gelmiştir. Böylece zarardan bu halde de devlet sorumludur."
Öğretide Tekinay, Reisoğlu ve Tandoğan da memurun inceleme alanını, dolayısıyla devletin sorumluluğunu genişleterek gerçeğe aykırı belgelerle yapılmış yolsuz tescillerden ötürü doğan zarardan devleti sorumlu tutulması gerektiği görüşündedir.
d- Sicilin hukuka aykırı tutulması ile zarar arasında uygun illiyet bağı
Devletin TMK 1007'deki sorumluluğun son şartı, zarar ile tapu sicilinin yolsuz tutulması arasında -haksız fiil sorumluluğuna ait kurallardan- "uygun bir illiyet bağının (sebep sonuç ilişkisinin) varlığı"dır yani devletin sorumluluğundan söz edilebilmesi için sicilin yolsuz tutulması ile zarar arasında doğal bir sebep sonuç ilişkisinin varlığı gerekir. Şayet zarar ile tapu sicilinin yolsuz tutulması arasında böyle bir ilişki kurulabiliyorsa bu kez de yolsuzluğun bu tür bir zararı meydana getirmeye genel olarak elverişli olup olmadığına bakılır. Sicildeki yolsuzluk bu tür bir zararı meydana getirmeye elverişli ise artık zarar ile yolsuzluk arasında uygun bir illiyet bağı var demektir (Sirmen, 2013).
Bazı hallerde zarar görenin kusuru illiyet bağını keser ve devleti sorumluluktan kurtarır. Örneğin taşınmazın yok olduğunu bile bile sicildeki tescile dayanarak bunu satın alan kötü niyetli kişinin bu davranışı sicilin yolsuz tutulması ile zarar arasındaki illiyet bağını keser ve doğan zarardan devlet sorumlu tutulamaz. Nitekim sahte vekilden satın almış olduğu taşınmazı gerçek hak sahibinin sicildeki yolsuz tescili düzelttirmesiyle geri vermek zorunda kalan kişi de ödediği satın alma bedelini ve alım-satım masraflarını devletten isteyemez çünkü bu durumda zarar, sicildeki yolsuzluğun yarattığı görünüşe güvenilmesi sonucu değil sahte vekaletnameye güvenerek geçersiz bir satış sözleşmesi yapılmış olmasından ileri gelir (Sirmen, 2013).
Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'nin 2005 ve 2000 yıllarında verdiği kararların konuya ilişkin bölümleri şöyledir:
"Dosyadaki kanıtlara göre, davaya konu taşınmazın sahte nüfus belgesi ve sahte vekaletnameye dayalı olarak satışı yapılmış; davacı tarafından, taşınmazı son olarak satın alan kişiye karşı açılan tapu iptal ve tescil davası reddedilmiş ve temyiz incelemesinden de geçmek suretiyle kesinleşmiştir.
Yukarıda açıklanan olgular itibariyle usulsüz işlemin noterde sahte olarak düzenlenmiş vekaletnameden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Diğer bir anlatımla zarar tapu sicilinin tutulmasından değil, sicilin düzenlenmesine etken olan vekaletnameden kaynaklanmaktadır. Medeni Kanun’un 917. Maddesinde (Türk Medeni Kanunu 1007) sorumluluğun, tapu sicilinden kaynaklandığı belirlenmiştir. Maddede öngörülen sorumluluk, kusursuz sorumluluktur. Diğer bir anlatımla zarar gören, davalının kusurunu kanıtlamak zorunda değildir. Davalı da kusuru bulunmadığı savunmasının ötesinde uygun illiyet bağının kesildiğini kanıtlamak zorundadır. Kusursuz sorumlulukta illiyet bağının kesilebilmesi için zarar görenin ağır kusurunun bulunması veya üçüncü kişinin illiyet bağını kesebilecek nitelikte ağır kusurunun olması veya hakkında zararlandırıcı sonucun meydana gelmesinde öngörülmeyen bir halin bulunması gerekmektedir. Somut olayda zarar gören davacının illiyet bağını kesebilecek ölçüde kusurunun olmadığı yine öngörülmeyen bir durumun da bulunmadığı görülmektedir. Ne var ki gerek ceza yargılamasında, gerekse tapu iptaline ilişkin dava dosyasında zararlandırıcı sonucun ortaya çıkmasında bir üçüncü kişinin hukuka aykırı eyleminin bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu kişinin suç teşkil eden veya ağır kusuru oluşturan eylemi açıktır. Şu haliyle sorumluluğu gerektiren illiyet bağının kesildiği kabul edilmelidir. Yapılan bu açıklama itibariyle olayda zarar, hukuka aykırı eylem bulunmakta ise de kusursuz sorumlu olan davalının sorumluluğunu gerektirecek uygun illiyet bağının bulunmadığı görülecektir. Aksi bir sonuç kusursuz sorumluluğun ötesinde bizi sebep sorumluluğuna götürür ki davanın dayanağını teşkil eden TMK 1007 sebep sorumluluğunu ön görmemiştir.
Tüm bu olgular birlikte değerlendirildiğinde davalının (Maliye Hazinesi) sorumluluğundan söz edilemez. Mahkeme kararı, açıklanan nedenlerle yerinde görülmüş ve onanması gerekmiştir.” (Yargıtay 4. H.D., 18/10/2005, E. 2004/12650, K. 2005/11104)
-
“Görüldüğü gibi zararlandırıcı eylem, tapu sicilinin tutulmasından değil, gerçek kişi olan davalıların hukuka aykırı olan ağır kusurlarından kaynaklanmaktadır. Her ne kadar Hazine Medeni Kanun’un 917. Maddesine (Türk Medeni Kanunu 1007) göre tapu sicilinin tutulmasından dolayı kusursuz sorumlu ise de, kusursuz sorumlulukta dahi hukuka aykırı eylem ile zararlandırıcı sonuç arasında uygun illiyet bağının bulunması gerekir. Diğer bir anlatımla hukuka aykırı olan eylem ile zarar arasında ki uygun illiyet bağı, zarar görenin veya üçüncü kişinin ağır kusuru, veyahut da beklenmeyen bir nedenden dolayı kesilmiş olmamalıdır.
Somut olayda gerçek kişi olan davalıların ağır kusuru sonucu illiyet bağının kesildiği ve böylece, kusursuz sorumlu olan hazinenin de bundan dolayı sorumlu olmadığı sonucuna varılmalıdır.” (Yargıtay 4. H.D., 27/01/2000, E. 2000/18, K. 2000/545)
Karar, devletin sorumluluğunun tehlike sorumluluğu olarak kabulüyle çelişse de illiyet bağı değerlendirilmesi bakımından Yargıtay'ın görüşü bu şekildedir.
Böylece Türk Borçlar Kanunu (TBK) m. 52/1’e göre zarar görenin "birlikte kusuru" dikkate alınır ve zarar gören, kendi fiili ile zararın meydana gelmesi veya artmasında rol oynamışsa ya da zararın önlenmesi için gerekli hukuki tedbirleri almamışsa (tapu sicilinin düzeltilmesi davası ya da geçici tescil şerhi yollarına başvurmama gibi), devletin ödeyeceği tazminat miktarı azalır veya tamamen ortadan kalkabilir. Örneğin muvazaalı bir satış işlemiyle taşınmaz mülkiyeti alıcı adına tescil ettirilmişse hakim tazminat talebini tamamen reddedebilir çünkü zarar görenin ağır kusuru söz konusudur.
3- Tazminat davasına dair diğer özellikler
a- Zamanaşımı
TMK 1007 uyarınca devlete karşı açılacak tazminat davaları TBK 72'deki iki ve on yıllık zamanaşımı sürelerine tabidir. “İki yıllık süre”, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihte işlemeye başlar. Tapu sicilinin yolsuz tutulması nedeniyle bir ayni hakkın kaybı gerçekleşmişse, zarar görenin tapu sicilinin düzeltilmesi davasının reddi kararının kesinleştiği tarihten itibaren iki yıl içinde devlete karşı dava açmalıdır. Bununla birlikte TBK 72 uyarınca "on yıllık süre"nin zarara sebep olan fiilde bulunulduğu tarihte başlayacağı ifade edilmiştir. Dolayısıyla zarar gören her halde sicilin yolsuz tutulmasından itibaren on yıl içinde dava açmamışsa, zararın on yıl sonra meydana gelmesi ihtimalinde dava zamanaşımına uğramış sayılacaktır. Ayrıca tapu sicilinin yolsuz tutulmasında zarar görenin çoğu kez zarar verici fiilden haberi olmadan on yıllık süre aşılabildiğinden, zamanaşımı süresinin zarar verici fiilin öğrenildiği tarihte başlatılması daha uygun olacaktır.
“Tapuda yanlışlık başlı başına değil, ancak neden olduğu zarar itibariyle hukuki bir varlık ifade eder. Bu nedenle, M.K. md. 917 (Türk Medeni Kanunu 1007) uyarınca Hazine’ye karşı açılan davada on yıllık zamanaşımı, kayıt düzeltilmesiyle ilgili davanın reddine ilişkin kararın kesinleşmesi tarihinden başlar.” (YHGK 20/01/1982, K. 82/46).
“Dava, yetkisiz vekaletnameyle tapuda işlem yapılmasından doğan zararın tazmini talebine ilişkindir. Davacıların zararı, asıl maliklerin açtıkları tapu iptali davası sonucunda, tapunun iptaline dair kararın kesinleştiği tarihte doğar. Davacılar adına olan tapunun iptaline ilişkin kararın kesinleşme tarihinden bir yıldan fazla süre geçtikten sonra dava açılmıştır. Davalı-hazine vekili, yasal süre geçtikten sonra zamanaşımı savunmasında bulunmuş; davacı açıkça savunmanın genişletildiği yönünde itirazda bulunmamıştır. Bu durum karşısında davalı-hazine aleyhindeki davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar tesis edilmesi usul ve yasaya aykırıdır.” (Yargıtay 4. Hukuk Dairesi., 19/03/2001, E. 2000/11205, K. 2001/2585)
“Hemen belirtelim ki; öğreti ve uygulamada M.K. 917. maddesinden kaynaklanan davalarda uygulanacak zamanaşımına ilişkin yasa maddesi B.K.’nun 60. maddesidir. M.K.’nun 917. maddesi gereğince Hazine’nin sorumlu tutulabilmesinin koşulları, tapu sicilinin tutulmasından zarar doğmuş bulunması, memurun hukuka aykırı eylemi olması zarar ile eylem arasında illiyet bağı bulunmasıdır.
O nedenle, zarar doğmadıkça Hazine’nin sorumluluğundan söz edilemeyeceği kuşkusuzdur. Diğer bir anlatımla tapu kaydının düzeltilmesi mümkün bulundukça zarardan söz edilmeyecek ve Hazine’ye karşı açılacak tazminat davası dinlenemeyecektir.
Yine mülkiyet hakkına dayanılarak açılacak bir davada zamanaşımı da söz konusu değildir. M.K.’nun 933. maddesi uyarınca haklı bir neden olmaksızın yapılan bir tescil mülkiyet hakkını sona erdiren salt yeterli bir delil olarak kabul edilemez. O nedenle sahteciliğe dayanan bir tescil karşısında eski malik tapu tashihi davası sonuçlanıp kesinleşinceye kadar taşınmazın mülkiyetini henüz hukuken kaybetmiş sayılamaz, öte yandan tapudaki yanlışlık başlı başına hukuki bir varlık ifade etmez, ancak neden olduğu zarar itibariyle hukuki bir sonuç yaratır.
Hal böyle olunca, M.K.’nun 917. maddesinden kaynaklanan davalarda uygulanacak B.K.’nun 60. maddesindeki zamanaşımı süresinin tapu kaydının düzeltilmesi davasının reddine ilişkin kararın kesinleşme tarihinden başlayacağı açıktır. Bu kabul altında somut olayı ve delillere bakıldığında anılan zamanaşımı süresi dolmadığı gibi esasen başlamadığı da çok açıktır. Öyleyse tapudaki belirtmenin kaldırılmamasında Hazine’nin önceden var olan hukuki yararının devam ettiğinin kabulü kaçınılmazdır.” (Yargıtay H.G.K., 21/4/1999, E. 1999/1-222, K. 1999/226)
b- Görevli ve yetkili mahkeme
TMK 1007 kapsamında devlete karşı açılacak tazminat davalarında yargı yeri asliye hukuk mahkemeleridir. Yetkili mahkeme, tapu sicilinin yolsuz tutulduğu yer mahkemesidir (TMK 1007/3). Uygulamanın da bu yönde olmasına karşın eski Medeni Kanun esasında uyuşmazlık mahkemesi 25.09.1974 tarih ve 1369 K. sayılı kararında “Bu ilkenin Medeni Kanun hükümleri arasında yer almış olması bu tür davaların adliye mahkemelerinde görüleceği anlamına gelmez. Bir kamu hizmetinin gereğince yürümemesi veya kusurlu yürütülmesi yüzünden çıkan anlaşmazlıkların idari yargı yerinde çözülmeleri idare hukukunun temel ilke ve kuralları gereğidir” diyerek Eski MK 917 uyarınca devlete karşı açılacak tazminat davalarının Danıştay’da görülmesi gerektiği sonucuna varmıştır.
Yargıtay 4. Hukuk Dairesi ise 10.07.2005 ve 13.11.1975 tarihli kararlarında uyuşmazlık mahkemesinin bu görüşünü paylaşmamış, davanın hukuki dayanağının tapu sicillerinin tutulmasından doğan zarardan devletin özel hukuk ilkeleri uyarınca sorumluluğunu düzenleyen istisnai nitelikteki Eski MK 917 hükmü olduğunu ve davanın adli yargı yerinde görülmesi gerektiğini belirtmiştir.
c- Devletin memura rücu hakkı ve memurun kişisel sorumluluğu
Öncelikle belirtmek gerekir ki zarar gören kişinin kusurlu tapu memuruna karşı sebepsiz zenginleşme ya da haksız fiile dayanarak dava açma imkanının bulunduğunun kabulü dahi devleti sorumluluktan kurtarmaz. Tazminat davası daha önce de söylediğimiz gibi doğrudan devlete karşı açılabilir ve doğrudan memura gidilemez (Devlet Memurları Kanunu m. 13). Zararı ödeyen devlet TMK 1007/2 uyarınca zarara kusuruyla sebep olan memura rücu edebilir.
Rücu davası yine TBK 72’de düzenlenen iki ve on yıllık zamanaşımı sürelerine tabidir. Zarara kusuruyla sebebiyet veren görevlinin zarar verici fiilin sahibi veya onu denetleyen makamın memuru olması rücu bakımından önemli değildir ve devlet, bunlardan hangisi (görevli memur ya da makam) kusuru ile zarara sebebiyet vermişse ona rücu edecektir (Sirmen, 2013).
Yargıtay’ın 06.05.2010 tarihli ve 2010/5347 K. sayılı kararı, taşınmazların hatalı tesciline ilişkindir ve davacı idaredir. İdare bir taşınmazla ilgili -üçüncü kişinin iyi niyetini ortadan kaldıracak nitelikte- bir “ihtiyati tedbir” kararı almıştır ancak memur bunu yanlışlıkla sicile şerh düşmemiştir ve malik taşınmazı iyi niyetli üçüncü kişiye satmıştır. İdare, malik ile üçüncü kişi arasında muvazaalı bir işlem olduğunu öne sürmektedir. Üçüncü kişi ise iyi niyetli ve yeni malik olduğunu iddia etmektedir. Mahkeme, idarenin taşınmaz üzerinde mülkiyet ya da ayni hakkı bulunmadığı için davacı olamayacağını söyleyerek davayı reddetmiştir.
Tapu sicilinin tutulmasından doğan zararda her ne kadar devletin kusursuz sorumlu olduğu kabul edilse de rücu kurumunda memurun kusuru dikkate alınır ve devlet, kusurlu memuruna rücu edebilir.
Kaynakça
- Oğuzman, M. K., Seliçi, Ö., Oktay-Özdemir, S. (2013). Eşya Hukuku. Filiz.
- Sirmen, L. (2013). Eşya Hukuku. Yetkin.
- Sirmen, L. (1976). Tapu Sicilinin Tutulmasından Doğan Zararlardan Devlet’in Sorumluluğu. Ankara Üniversitesi.
Comments